Bir deste özlem...

A -
A +
Öğretmen, gazeteci, şair CEVDET SÖZTUTAN Bir deste özlem...

MAŞALLAH DEYİN Soldan sağa Ömer, Hanefi, Sadık, (arkadakiler) Mehmed, Cafer, Cevdet... Altı kardeş, altı gazeteci, altı ayrı yazar... Söztutanlar yazdıkları kitapları üst üste koysalar, boylarını aşar. Kolay yazan biri değilim ama üzerinde çok uğraşırım... İsterim ki yazı aksın, pürüzlerinden arınsın, berraklaşsın. Ama olmaz, bu bilgisayar denen alet içinizi bayıltır, ekran göz kapaklarınıza asılmaya başlar. Zaten satırları değil, ezberinizdekini okuyorsunuzdur, cümleler kontrolünüzden çıkar. Gazeteyi eline alınca bir bakarsın.. Aman ki aman! Ne hatalar, ne hatalar! Şimdi hatırlamıyorum ama yazının birinde bir tatsızlık görmüştüm yine. Gerçi öyle mana bozan bir şey de değil ama... Olmasa daha yakışacak. Önce canım sıkıldı, sonra "adaaam sen de" dedim "bunun kim farkına varacak?" Ne kadar geçti bilmiyorum. Cevdet abi geldi, "Bir şey söylesem darılır mısın?" - Estağfirullah. Tuttu tam da orayı gösterdi, "şöyle mi olsaydı acaba?" Baktım estetik kaygıları dorukta... Eee bir şair o... Ve şairler kolay yetişmiyor. MAHCUP MÜTEVAZI Yaş, tahsil, eser, statü... Nereden baksanız bizden yüksekteydi lakin daima alttan alır, boyun büker, yere bakar. Nasıl mahçup, nasıl edepli bir insan... Bir ara ünlülerin latifelerini toplamıştı... Ama öyle kah kih güldürenleri değil, düşündürenleri... Zekice olanları, en zarifleri... "Rica etsem bakabilir misin" demişti müsveddeleri uzatırken, "çizmek karalamak serbest, n'olur acıma!" İnanabiliyor musunuz Cevdet ağabeyin kitabına tek çizgi atamadan iade ettim. Bir insan bu kadar mı titiz olur ya? Ne editöre, ne musahhihe ihtiyacı var, ver gitsin baskıya... Efendim Söztutanlarla talebelik yıllarından tanışırdık... Erzurum'dan. Sarıkamış'a bağlı bir köydendiler (Sırataşlar). 6 erkek iki kız.. Hepsi de sınıfının birincisi... Teşekkürler, iftiharlar... Babaları gönlü zengin bir fukara... "Yeter ki okuyun" diyor "ceketimi satarım icabında!" Yakaları erimiş, soluk bir rençper ceketi... Hani kaç para yapacaksa? Adamcağız köy kahvesinde çocuklarının karnelerini gösterirmiş dostlarına. "Türkçe beş, aritmetik beş, hayat bilgisi beş... Baştan aşağı âlâ, çok da güzel okuyor kerata!" Tam oğulları maaşa geçer, adamcağız vefat eder, demek ki rahatlık yok dünyada. Cevdet Abi en büyükleriydi, hem öğretmenlik yapar hem de edebiyat fakültesinde okurdu üniversite yıllarımda. Derslerini çok ciddiye alırdı, onca talebe içinde belirmiş, sivrilmiş, Prof. Dr. Kaya Bilgegil'in gözdesi olmuştu bir anda... Kırık dökük bir maaş, çoluk çocuk, yetmedi onca kardeş başında... Ama dünya gailesini umursamaz, aksine idealistti hem dünyayı kurtaracak kadar. Aradan yıllar geçti kardeşi Mehmet, İhlas Dergi Grubu Başkanı oldu, diğer kardeşi Sadık, Spor Servisi Sorumlusu. Cafer Abi bulmaca sayfasını deruhte ediyor, Hanefi gece editörlüğü yapıyordu. Ömer Söztutan ise spor muhabiriydi, "Söz Market"e başlamamıştı daha. Olacak şey mi yani, beşibiryerde altıncısı dışarıda... İŞİ VER UNUT! Gazeteci olmayan tek Söztutan da dayanamadı, katıldı halkaya. Muhabirlik, musahhihlik ne dedilerse yaptı. İşi ver unut, tek başına ordu... Adeta Deli balta! Fotoğraf çeker, film yıkar, montaj pikajdan anlar... Haber de yazar, mizanpaja da kafa yorar. Nitekim aldığı ödülleri dizse burdan yol olur Şam'a... Gün geldi Erzurum baskı tesislerini kurmak gibi zor bir işin altına girdi ve çıktı yüzünün akıyla.... Mart 2003... Osman Sağırlı ile Irak'a gideceğiz. Oğlu Faruk İHA naklen yayın arabasıyla Bağdat'ta... Cevdet Abi utanıp sıkılarak bir paket kattı yanımıza. İki de bir "kusura bakmayın" diyor, "zahmet olmazsa..." Zaten ufacık bir çanta.. İçinde kazak, çamaşır filan var ve hiç unutmam bir de çikolata... Neyse Amman'dan çıktık yola... Belki bin kilometre gittik otobanda tek araba yok, gel de tırsma. Bağdat'a dışardan bakarsanız felaket! Ne kadar çukur varsa ham petrol doldurmuş yakıyor, sözümona dumanla perdeleme yapıyorlar. Uçaksavar mermileri bizim ilk mektepte çizdiğimiz sınır çizgileri gibi kesik kesik izler bırakıyor havada... Neyse arkadaşlarla buluştuk, Faruk da aralarında. Garibim başına bir madenci lambası takmış, gece botlarıyla yatıyor. Meğer yakınlara bombalar düşünce elektrikler gidiyor, çok işe yarıyormuş bu lamba. Botlara gelince.... Bombardımanda isabet almasanız bile camlar, fayanslar kırılıyor, yerlere saçılıyor. O heyecanla kalktın yürüdün ayakların yarılır maazallah. Zaten ülkede ilaç yok, hekim yok, sargı bezi bile karaborsa... Üç beş kesik yüzünden iş alırsın başına... BİRLİKTEN KUVVET... Bağdat kuşatma altında iken İHA ve gazetemiz dışında hiçbir kurum muhabir bulunduramadı orada. Haber yoğunluğu nasıl arttı anlatamam, akşam geliveriyor bir anda. Bombalara aldırmıyoruz artık, mazot ya da ekmek bulmak için daha büyük savaşlar veriliyor zira. Gündüzler hızlı akıyor ama geceler bitmiyor. B-52'ler uğuldayınca müezzinler minarelere çıkıyor yanık yanık sela okuyorlar. Bombalamada genelde bir hat tutturuyorlar, uçağın hangi doğrultuda ilerlediğini anlayabiliyorsunuz pekâlâ... Eğer ses ve sarsıntı yaklaşıyorsa fena, uzaklaşıyorsa vur kafayı yat, zinde çık sabaha! Sesiyle ışığıyla gelen patlamalar neyse de sessiz sedasız kopan sallantılar yok mu ödünüzü koparıyor. Karyolanız bir o yana bir bu yana gidiyor, kolonlar çatırdıyor. Bunu çözebilmiş değilim hâlâ, mermiler Dicle'ye mi düşüyordu yoksa? Hemen arkamızdıki apartmanda Fedayun-i Saddam'ın muharipleri kalıyor. Çatıda milisler, ağır makineliler... Hedefteler ihtimal.. Komşuyu vururlarsa ayvayı yedik, barındığımız bina zor kalır ayakta... Zamanla şamataya alıştık, Faruk da lambasını botlarını savurdu attı kenara. Camlara koli bandıyla şeritler çektik, evet kırılabilir ama dağılmazlardı bundan sonra. Hasılı karıştık gitti hayata, paso çay içiyor, şişe (nargile) çekiyoruz arada. Neşemiz yerine geldi. Dertleri zevk edinirsen kolay, salla gitsin aldırma... Ama aldıranlar da varmış.. Cevdet abi gibi mesela... Baba olmak kolay mı? Garibim kalemiyle dertleşmiş ve muhteşem bir eser çıkarmış ortaya... (Gül kül oldu Bağdat'ta!) Bir ayağımız Eyüp'te Gönül bağımız Eyüp'te Ümidim odur ki Hak'tan; Son toprağımız Eyüp'te... Bir deste özlem...

Sizin hiç... Siz, hiç gecenin bir yarısı acılar içinde kıvranan babanızın son sözlerine şahit oldunuz mu? "Çocuklar sana emanet hanım! Onları dinine milletine hayırlı evladlar olarak yetiştir" diye fısıldarken uyuyor numarası yaptınız mı? Sizin hiç ölüm döşeğinde "Hastane yollarında arabalarınızı kullandık. Hakkınızı helal edin n'olur" diyecek kadar ince düşünen bir ablanız oldu mu? Peki ya ağabeyiniz? "Hayat hayal. Babam kırk küsurunda gitmişti ben elliye vardım, şükürler olsun doya doya yaşadım" diyen bir ağabeyiniz? * * * Burnundan kıl aldırmayan doktorların, azarlamayı marifet sanan hemşirelerin kol gezdiği kirli, bakımsız bir devlet hastanesinde ziyaret etmiştim onu... "İki projem vardı sağlığım elvermedi" demişti. "Biri hastane koğuşlarında sürünen bir gencin romanı. İkincisi Sarıkamış'ın kitabı." -Abi yaparsın inşallah, tatile çıkarız olmazsa... -Ne zaman? -Yaza! - Ölme Cevdet, yaz gelecek... - Niye öyle söylüyorsun abi? -Tabiplerde ilaç yoktur yaramaa! Ansızın sustu, yanındaki boş karyolayı gösterdi parmağıyla. "Gencecik çocuktu, sabaha karşı vefat etti. Bak dün doluydu, bugün boş. Zaten dünya boş, bomboş! Şimdi sen kesin bir hikaye çıkarırsın bundan, sonuna da Yunus'un mısralarını ekle: "Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil!" Kanser kitlesi beyninin altındaydı. Gözünden burnundan sıvılar taşıyordu, halinden şikayet etmezdi ama ıstırabı dayanılmaz olmalıydı. Çarşafları mıncıkladığını görünce morfinle uyutmaya başlamışlardı. Kandil gecesi bir arkadaşı aradı. "Cevdet'i verir misin?" -Abim uyuyor. -Yaaa kaldır kardeşim. Mübarek gece! Böyle erkenden yatılır mı? Erkenden de yatılırmış! Ecel genç, yaşlı dinlemiyor. Vakti gelen gidiyor. > Sadık Söztutan NASIL unutulur? Mektebe başlamamışım henüz, haşarılık had safhada... Mahallenin yukarısında bir insanın ancak eğilerek geçebildiği bir tünel var, içinde koşuyoruz bir o tarafa bir bu tarafa... Yukarıdan biri saçımı çekti sanki. Tünelden çıktığımda ne görsem beğenirsiniz, üstüm başım serapa kan. Başımın yarıldığını neden sonra anladım, feryat figan. Babam koştu geldi, bir taksi tuttu. Hastaneye acilden girdik, klakson çala çala. (Ne önemli şeylerdi ama...) Neyse çıktık, babam bir koli çikolata aldı. "Bunları arkadaşlarına ver" dedi, "sadaka belaları def eder zira!" Sadece birini yedim, gerisini dağıttım. Küçümencik oğlanlara, saçı örgülü kızlara... Uzatıyorsun gülüyor, uzatıyorsun gülüyor. Paylaşmanın tadını aldım ilk defa. Babam belirli aralıklarla gazete bayilerini gezer, satış rakamlarını toplar. Eğer bir bayi iadesiz satış yaptıysa yüzünde güller açar. "Gir istediğini al" der, ya da atar elini cebine, bir beşlik sıkıştırır avucuma... Gazete satışları ile harçlığım arasında bir nispet kurulmuştu açıkça... Kim bilir belki de bu yüzden içimize işledi... Elimde değil, gazetemizin başarıları nabzımı artırır hâlâ. NE FİSKE NE AZAR Geldik ortaokula. Diplomayı önüne koyarsam bisiklet alacak bana. Öff ki öff... 2. sınıftayım daha! O gün bir mahalle arkadaşım bisikletini verdi, "haydi bir tur da sen at." Acemilik işte zikzaklar çize çize başladığım serüven, acı bir fren sesiyle bitti. Bana bir şey olmadı ama bisiklet bisikletlikten çıktı bu arada. Eve geldim, kimseye bir şey hissettirmeden daldım yatağa. Sabah kalktım hane halkının yüzünde tebessüm var. Ohh çok şükür, demek ki her şey yolunda. Gözüme bir parıltı ilişti. Baktım, aaa balkonda çil çil bir bisiklet. Heyecanlandım. Babam "önce kahvaltını yap oğlum" dedi, "sonra!" Lokmaları peş peşe yuvarlayıp balkona çıktım. Bir baktım dün otobüse ezdirdiğim bisiklet de yatıyor kenarda. Sonradan öğrendim... Meğer o gece arkadaşımın ailesi gelmiş, yağmış, gürlemiş babamı hırpalamışlar. Garibim ani bir kararla kalkmış, bir bisiklet onlara almış, bir bisiklet de bana... Ne bir fiske, ne iğneli bir söz... Söyleyin nasıl özlenmez böyle baba... YAZSAM İYİYDİ AMA... Babam çok yazar, benim de yazmamı arzulardı. Bir gün albenili bir hatıra defteri koydu önüme ve şu satırları karaladı ilk sayfaya... Sevgili yavrum! Hayat geriye bakıldığında hiç yaşanmamış gibi kısa; ileriye bakıldığında sırlarla dolu meçhul, uçsuz bucaksız umman. Geçmiş ve gelecek arasındaki o ince çizgi... "Şu an" var ya, işte odur önemli olan. O an ki, her an eskiyor, her an yenileniyor. Her an yeni bir sermaye sunuluyor sana. Bak oğlum her gününün muhasebesini yap, hatıralarını yaz! Belki gelecekte yolunu aydınlatacak ışıklar bulacaksın onda. Bugün sevindiğin ya da hüzünlendiğin hadiselere ileride daha farklı bakacaksın. Ki olgunluk diyorlar buna... Yavrum, günlük tutmak sana; yazma mesuliyeti, şuur, disiplin kazandıracak. Hatıralarına sahip çıktıkça kendine saygın artacak. Şu günlük senin hayatındır zira. Hayatının da, senin kadar güzel olmasını dilerim... Fi Emanillah! 23.01.2002... *** Ve üç gün sonra bir yazı daha... Ah be evladım! Görüyorum ki, günlüğünü eline bile almamışsın, bari tek bir cümle olsa! Biliyor musun, benim nazarımda sütünü içmeyen çocuk gibisin hâlâ! Öyle ya! Yazmadan nasıl besleneceksin ki? "Yazmak yaşamaktır" demiş bir edip. Okumak nedir peki? Okumak da mana kazandırmaktır hayata. Yaşadığının farkına varmak! Unutma, paylaşıldıkça artan iki şey var: Sevgi ve bilgi... Ve bir paragraf Saadet-i Ebediyye kitabından: Evlat ana baba elinde emanettir. Çocukların temiz kalpleri kıymetli cevherdir, onlar mum gibi her şekli alabilir... 26.01.2002 > Ahmet Faruk Söztutan Kabir alma, komşu al! Cevdet Abiyle hukukumuz eskilere dayanır, taaa Erzurum'da Matbaa Müdürü olduğu yıllara. Sakindir, mütebessimdir, yanlışlarımızı görmezden gelir, üstümüze varmaz. Yıllar sonra yine buluştuk İstanbul'da... Cevdet Abi bir Asitane hayranıydı, Eba Eyyûb hazretlerine karşı anlatılmaz bir muhabbeti vardı. Hatta "Bir ayağımız Eyüp'te / Gönül bağımız Eyüp'te / Ümidim odur ki Hak'tan; / Son toprağımız Eyüp'te..." şeklinde bir dörtlük yazmıştı. Vefat ettiği gün kardeşleri aradı, "Yakuplu'da kabir yeri alındı, kazıldı ama biliyorsun rahmetli Eyüp âşığı idi, zorlasak bir yer bulabilir miyiz acaba?" Derhal Mezarlıklar Müdürlüğüne gittim. Yok, yok, yok... Gazeteci filan da dinlemiyor, esnemiyorlar. Israr ısrar ısrar... Nitekim kapı araladılar. "Merkeze git, bir görevli al, boşluk bulursan ne âlâ?" Zincirlikuyu'ya koştum yanıma iyi niyetli bir adamcağız taktılar. Soruyorum burası olur mu? Elindeki dosyaya bakıyor "Hayır altında kabir var." Peki ya burası? "Yol olacak!" Ya bura? "Çok dar, tabut sığmaz!" Ümidim kırıldı, "n'apalım Yakuplu olsun artık" demek üzereyim ki bir köşe bulduk ama altı kaya... Namaza birkaç saat kalmış, "ha gayret" dedik giriştik, nasıl çalışıyoruz ama.... Ben böyle güzel bir toprak kokusu duymadım daha. Mis, mis... Anlatılmaz bir letafet var, yatasım geldi inanın. Marketçi Hamdi ağabeyimizin rahmetli hanımı çok saliha bir insandı. O gece rüyada görüyor, soruyorlar "Nasılsın?" - Çok şükür düşünemeyeceğiniz nimetler içindeyiz. Dün mübarek hocamız 'bir misafirimiz geliyor" buyurdular, "kalk sil, süpür, hazırla, komşunu karşıla!" Meğer o hanımefendinin yanı başını kazmışız iyi mi? Dönmüş dolaşmış gelmişiz o noktaya! > Osman Sağırlı
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.