'Oruç'lu gibi yaşa, ölümün iftar olsun

A -
A +

AİLE OLMUŞTUK "Bizim sayfa" o güne kadar denenmiş bir şey değildi. Benzeri yoktu, taklitleri de tutmadı. Okuyucu ile bir aile olmuştuk adeta... OKUYUCULARLA Telefonda ağlayan olur, teselli vereceksin. Bağıran olur, teskin edeceksin. İşimiz bu. İnsanla... Ne halin varsa gör diyemezsin ki onlara... ÜÇÜ BİR ARADA Mehmet Darende... Mehmet Polat Gültekin ve Mehmet Oruç... Üç Mehmet de sağlıkçıydı aslında. Darende ağabey ömrünü kitap dağıtmaya adamıştı, ilk o ayrıldı aramızdan... 33 yaşında... Mehmet Polat ağabey yıllarca fakir fukara çocuklarını sünnet ettikten sonra vaktini talebelere ayırmış, Yurt Müdürlükleri yapmıştı... O da geçenlerde vefat etti. 63 yaşında... Mehmet Oruç'u en az sizler de benim kadar tanırsınız. Sağolsun kırmamış, "bas teybin düğmesine" deyip hatıralarını paylaşmıştı bir ara. İster misiniz, bırakalım kendini anlatsın. Gazetenin ilk yılları... Doğrudan okuyucuya dönük bir sayfa istendi. Önce işi Rahim Abi omuzladı, sonra Ahmet Gülmen ve Sabahaddin Çalış devraldılar. O sıralar devlet dairesinde çalışıyorum, akşamları gelip fahri olarak katılıyorum çalışmaya. İki sayfa var, yan yana. Sağ tarafta Mehmet Ali Demirbaş "Ali Güler" mahlasıyla sohbet köşesi hazırlıyor. Gerisi okuyucudan gelen hikâyeler, şiirler, kıssalar... Yazarlık, muharrirlik okuyucuya ait. Biz sadece dinen ve hukuken mahzurlu yanları var mı diye bakıyoruz, o kadar. Sol taraf ise kadın ve çocuklara ayrılmış. Fıkralar, karikatürler ve Vehip Sinan'ın çizgi romanları. Bakalım Tamer ile Topuz hangi maceralara yelken açacak? Vehip Bey rahmetli sevimli pratik bir insandı. Fıkrayı veririz, iki şık şık, al sana... Eli çabuktur, uyumludur, kibardır, hayatta problem olmaz. AVUÇ İÇİ KADAR Bu iki sayfa Cağaloğlu'nun ara sokaklarında yorgun bir binada, 4-5 metrekarelik bir odada çıkıyor. Ben gece nöbete kaldığım için oturabiliyorum ama gündüzcülere masa yok, sandalye yok, telefon yok... Yok yok yok... Diğer sayfaları yazı işleri hazırlıyor, Bizim Sayfayı muhteva olarak da, teknik olarak da bizden soruyorlar. O zaman böyle bilgisayarlar nerede? Değişiklik oldu mu felaket yoruyor. Neyse... Yapa yapa piştik geldik kıvama. Enver Abi servisimizin elemanı gibi, gelir gider, oturup sayfa çizer hatta... Mizanpaja çok ehemmiyet verir, baktın mı ferah olacak! O zaman mail yok. Mektuplar tek tek açılacak, daktilo edilecek, cevap yazılacak. Baş etmenin imkânı mı var? Gönüllü arkadaşlarımız uğrar, en azından daktiloya çekilecekleri alır bizi yükten kurtarırlar. Hukuk talebesi Erdoğan Dinçbaş onlardan biriydi mesela... İSVİÇRE NERE Okuyucu ile iç içe olmak iyidir hoştur da bazen yorar. Bu gün mektubu postaya verir, yarın "yazım niye çıkmadı" diye sorar. Telefon işleri daha da artırdı. İstişare merkezi gibi olduk bir anda. Bize güveniyor, mahrem meselelerini bile açıyorlar. Hiç unutmam İsviçre'den bir hanım aradı. Anladığım kadarıyla elinde İlmihal var ama detaya dalıyor. Sordum "kelimelerin üzerinde niye duruyorsunuz bu kadar?" -Beyim yeni Müslüman oldu da... Okuduklarımı İngilizce'ye çevirip aktarıyorum ona. -İyi de bizim İngilizce yayınlarımız var, yollayalım enişte bey kendi okusun. Sonra çocuk yayınlarımız var, kasetlerimiz var. -Aaaa ne iyi... Bunları ne zaman temin edebilirsiniz? -Problem değil hemen bulabilirim. -Tamam öyleyse ilk uçakla geliyorum. -Zahmet etmeyin posta ile yollayabilirim. -Yok ben gelip elimle alayım. İçim içime sığmıyor. Pat diye geldi, şaşırdık. Sordu "Ücret?" "Ücrete gerek yok" dedim, "hediyemiz olsun!" O da tuttu hatırı sayılır bir para bıraktı, "hizmetlerde kullanın o zaman!" HİNDİSTAN NERE? 4-5 ay ya geçti ya geçmedi. Baktım aynı kadın telefonda. - Alo Mehmet Bey. Şu an beyimle birlikte Serhend-i şerifteyiz, Hindistan'da. İmam-ı Rabbani Hazretlerini nasıl ziyaret edebiliriz acaba? Soruyoruz soruşturuyoruz tanıyan yok buralarda... - Yarım saat sonra arayabilir misiniz? Aradı... Bizzat İmam-ı Rabbani Hazretlerinin torunu Şeyh Nizameddin Efendi'nin telefonunu verdim. Mübarek "olduğunuz yerde bekleyin" demiş, "ben gelip sizi bulacağım." Almış, tekkeye götürmüş üç gün misafir etmiş, yedirmiş, içirmiş, yatırmış, emanetleri göstermiş, çilehaneyi açmış. Nasıl memnun olmuşlar anlatamam. GAZETENİN DE ÖTESİNDE Adım gibi eminim, bir kardeşimizin İsviçre'de işi çıksa onlar da öyle davranacaklar. İşte böyle böyle aile oluyorsunuz, halka genişliyor.. Hoş bizimki gazete sayılmaz, klasik okur yazar münasebetinin ötesinde bir dostluğumuz var. Kastamonu'dan bir öğretmen geldi. Pırıl pırıl bir genç, yüzünden nur akıyor. "Abi ben Güneydoğuluyum ya.." - Olsun ne var bunda? - Bekar kaldık, kız vermiyorlar. Olacak bu ya bir hafta evvel bir kızcağızdan mektup almışım. "Abi babam beni uygunsuz biriyle evlendirmek istiyor, din gayreti olan bir tanıdığınız yok mu acaba? Adresini verdim. Git gör, Niğde Aksaray'da... Görüşmüşler, konuşmuşlar, birbirinden hoşlanmışlar. Nasipmiş oldu. O genç şimdi bir lise müdürü... Çok da mutlular... Çocuklarını da alır, ziyaretime gelirler hâlâ... İŞİMİZ İNSANLA Yine İzmir'den bir genç kız mektup atmış. Bizim yayınları okuyunca namaza başlamış, kapanmış. Üzerinde korkunç bir aile baskısı... Felaket bunalmış... Biz ısrarla "anneni babanı üzme" diyoruz, "aman onları hoş tut, sakın kalplerini kırma." Bir sabah işe geldim. "Bir hanımefendi sizi bekliyor." Baktım boynu bükük, köşede oturuyor. - Buyurun? - Mehmet Abi ben size mektup yazan filancayım. Annem babam evden attılar. Kapına geldim, artık sen bilirsin, düşmüşüm ocağına. Evde telefon da yok ki haber versem, hani hanım hazırlansa... Aldım akşam götürdüm eve. Sağ olsun yengeniz bir güzel ağırladı. Birkaç gün de bir başka arkadaş misafir etti. Anasının babasının arayacağını sanıyorduk ama aldanmışız. Köprüler atılmış, kapı duvar... Yalnız yaşayan bir teyzemiz vardı, onun yanına yerleştirdik, derken talibi çıktı, evlendirdik. Şükürler olsun yuvasını kurdu, ele güne muhtaç olmadı. Şimdi telefonda ağlayan olur, teselli vereceksin. Bağıran çağıran olur, teskin edeceksin. İşimiz bu. İnsanla... Ne halin varsa gör diyemezsin ki onlara. EKOLDU OKULDU... Bizim Sayfa bir okuldu adeta... Osman Ünlü, Ünal Bolat, Hasan Yavaş, Hanefi Söztutan, Ali Kara... Belki 50 gazeteci yetişti burada. Bir ara Hazreti Ali'nin (Radıyallahu anh) bir duasını yayınlamıştık. Şimdi Arapçasını bassak yerlere düşecek, maazallah ayaklar altına... Onun için "isteyene aslını yollayabiliriz" demişiz. Nereden bileceksin on binlerce mektup gelecek. Diğer servislerden de yardım istedik, gece gündüz çalışıyoruz, nefes almadan... Hepsine de ulaştırdık sonunda. Mektupları ciddiye alırız, cevap yazarız mutlaka. Diyelim bir soru geldi. Hemen muteber kitaplara bakarız. Bulamazsak hoca efendilere sorarız. Aynı sorularla ikinci defa, üçüncü defa hatta yüzüncü defa karşılaşırsınız. Biliyorsunuzdur artık. Pat pat cevabını vermekle, kalmaz sıralarsınız kaynaklarını da. Hal böyle olunca itibarımız arttı. İki kişi münakaşa mı etti? Hemen bize açar, danışırlar, hakem tutarlar hatta. Bir nevi müracaat yeri. Adımız çıktı mı hocaya. MESAİ Mİ? O DA NE? Mesai gibi mefhum tanımazdık, yaz tatili, hafta sonu bilmezdik. Cumartesi Pazar daha bereketli geçerdi hatta. Bazen yazarları da uyarırdık. Mesela Rahmetli Ayhan Songar Regaip kandilini Efendimizin (Sallallahü aleyhi ve sellem) ana rahmine düştüğü gün gibi anlatınca "sayın Hocam" dedim, "7 aylık olmak tıbben kusur mudur?" - Kusurdur. - Normal bir insan için kusur sayılan süre, kusursuzların en kusursuzu için doğru olabilir mi? Sizin tarifinize göre doğum 7 ayda. - Haklısın, bunu düzeltmemiz lazım. Tevazu sahibi bir insandı, hatasını söyleyebilirdiniz, kırılmazdı. Rahmetli Ahmet Kabaklı Hoca da ara sıra sorar: "Mehmet. Okuyucular benim hakkımda ne diyorlar?" Açıkça söylerdim. "Temellerin Duruşması (resmi ideolojiye uymayan bir kitaptı) kafalarına takılıyor. Bunun yarısının yarısını yazanlar bile mahkemelik oldu. Siz 17 baskı yaptınız, neden tahkikat açılmıyor?" "Açılmaz" derdi. "Ben söze devlete cumhuriyete söverek başlamıyorum biiir. Kitabın reklamı olsun istemezler ikiii." NE DEMEK, DERHAL! Bir gece... Saat onbir suları filan. Adamın biri girdi, döner bıçağını çıkarıp koydu masaya. "Kaç defa yazı yolladım niye neşretmiyorsunuz? Bak kızdırmayın beni, elimi bulatmayın kana!" Baktım amca problemli, alttan aldım. Buyrun oturun dedim, çayımız taze size de verelim. Üst katta Ünal Bolat var, zeki bir arkadaş, rolünü iyi oynar. Hemen açtım telefonu."Gel bakiym buraya!" Geldi. "Sen niye beyefendinin yazısını girmiyorsun? Çabuk özür dile, işten atarım yoksa." İçinde bulunduğumuz durumu fark etmiş olmalı. Ellerini ovuşturmaya başladı "Özür dilerim efendim. Kabahat bende, bi daha olmayacak!" Adamcağız değişti, "benim için çocuğu işten atma" dedi, "gençtir, kusuruna bakma." Sayfamızın adı 28 Şubat'tan sonra "İnsan ve Toplum" olarak değişti. Aradan yıllar geçti, telefonu açan "Bizim Sayfa mı" diye sorar hâlâ. SUS DEDİK YA SANA! Ali Güler hayranı biri geldi... Nasıl seviyor, toz kondurmuyor. Büyük bir saygı ile sordu "Hocaefendi neredeler acaba?" Şimdi nasıl diyeceksin ki öyle biri yok, takma ad, mahlas... "Şu anda na mevcud" dedim, "bir notunuz varsa alayım." - Neyse... Hocaefendiye bir sualim olacaktı. Size sorayım o zaman. Sordu. Başladım anlatmaya. O arada Mehmet Ali Demirbaş (Ali Güler müstear ismiyle yazan ağabeyimiz) gelmesin mi? Kenarından köşesinden söze karışacak gibi oldu. Ona bir çıkıştı. - Sus kardeşim, sen ne karışıyorsun? Mehmet Ali Abi bir kere daha sohbete katılmaya niyetlendi. Ziyaretçimiz "sana sus dedik" diye gürledi "şuna bak ya, laftan da anlamıyor ya!" Kimi azarladığını bilse... Çok utanacaktı ihtimal... İSTANBUL EFENDİSİ Olur mu demeyin oldu... El kadar odada Şahap Ayhan'ın dosyasını kaybetmişim. Ara tara yok, içinde bir haftalık yazı ve çizgiler var. Telefon açtım ama kıvranıyorum, giremiyorum ki mevzuya. Şahap Abi şöyleydi de böyleydi... - Ya Mehmet söylesene ne var? - Abi biz önümüzdeki haftanın yazılarını resimlerini kaybettik haberin ola. - Kaybolur be abicim ne var bunda? Ben yine yapar yollarım, sen canını sıkma! Böyle bir İstanbul beyefendisiydi işte... Hâzâ insan. Sanki sinirlerini aldırmış "asabiyet" diye bir kelime yok lügâtında... PRENSİP İTİBARIYLA O zamanlar Bizim Sayfa'da tefrikalar çıkıyor. Seyyidet Nefise hazretleri hakkında ünlü bir kadın yazardan yazı bekliyoruz. Çok güvendik başka hazırlık da yapmadık. Bi geldi, vay vayy vayyy. Sanatlı bir metin ama ölçülerimize uymuyor. Gittim "efendim" dedim, "şu şu şu ifadeleri değiştirebilir misiniz acaba?" - Değiştiremem! Ben yazdığımı bozmam, bozdurtmam! Enver Abiye gösterdim. "Bir de benim selâmımla git" dedi "umarım kırmaz." Gittim "ı ıh" zerre kadar esnemiyor. "Prensib itibarı ile yapamam da filan..." Enver Abi de üzüldü. "Peki şimdi n'olcak?" -Efendim, Şahap Ayhan geliyor aklıma, o zor günlerin adamıdır, bir yol bulur mutlaka. -Tamam öyle yapalım. Bir zarf hazırladı. Al bu parayı da hediye et ona... Üsküdar Altunizade'de otururdu. Evini buldum kapısını çaldım Yaşlı bir teyze çıktı (annesiymiş. -Şahap ağabeyi aramıştım? -Karaburun'a gitti. -Adres telefon... -Yok valla. SÜR KARABURUN'A Karaburun dediğin yer Terkos'tan öte, taaa Karadeniz kıyılarında... Niyetlenmişiz bir kere, dönecek değiliz ya. Trafik mrafik derken vakit hayli ilerledi, yatsı dağılmış, ışıklar tek tek sönüyor. Sordum soruşturdum evini gösterdiler. Garibim şaşkın "siz de nerden çıktınız ya?" - İçeri almayacak mısın abi? - Aaa tabii, buyrun, buyrun... Anlattım... Böyleyken böyle... "Seyyidet Nefise hazretleri hakkında bir şeyler hazırlayabilir miyiz acaba?" - Ne demek? Hele otur çayını yudumla, ben hemen iki günlük hazırlarım sana. Oturdu birkaç saat içinde yazdı, çizdi, kağıtları koyduk mu çantaya. Ayrılırken eline zarfı sıkıştırdım. "Enver Beyin selâmları var." "Bi dakka" dedi, zarfı açtı, tek tek saydı... Sekiz, sekiz buçuk, dokuz, dokuz buçuk, on! 20 tane mor beşyüz hiç unutmam. Biliyor musun dedi, yarın on bin liralık bir ödemem vardı. Sabahtan beri eşi dostu arıyorum kuruş bulamadım daha. Oturmuş düşünüyordum kara kara... Hani derler ya kul sıkışmayınca...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.