O topraklar-II-

A -
A +

Ve efsane kent Halep'te idik... Başbakan Erdoğan'ı büyük bir kalabalık karşılamıştı... Ve sanki biz Kilis'te bir mitinge gelmiştik... Daha sonra kale ve Süleymaniye Çarşısı'nı gezdikçe Başbakan Erdoğan ve eşi Emine Hanımın gözlerinin ıslandığına şahit oluyorduk... Bir yandan halkla konuşuyor diğer yandan etrafı inceliyor ve adeta gözleriyle notlar alıyordu. Bir milletin sefaletine şahit oldukça Başbakan Erdoğan, acılara merhem olabilmek adına geçmişi sanki unutuveriyor ve barış uğruna Suriye'ye dost elini uzatıveriyordu... Süleymaniye Çarşısı içerisinde küçük bir mescide Fuat Bol ağabeyle girdik ve namazı eda ettik... Selam verince sağ yanımda Başbakan Erdoğan ile korumasının namaz kıldığını görünce oldukça şaşırmıştık... Çünkü az evvel çarşıdaki esnaf ile sohbet ediyordu... Mescidde bizden başka kimseler yoktu... Namazı bitirince ayağa kalktık ve ellerini omuzuma koyarak; -Mehmed, nasılsın, iyi misin? deyince oldukça duygulanmıştık... Fuat Abi araya girerek Emevi Camii'nin avlusunda gazetecilerle aramızda geçen hikâyeyi anlattıktan sonra dedi ki; - Allah sevdiği iki dostunu kendi evinde buluşturdu! * Yani günlük, anlık ve gelip geçici olaylara takılıp kalmamak gerekiyordu... Şekillere aldanmak zayıflıktı... Şekillere mahkûm olan şekilde kalıyordu... Mana adamı olmak lazımdı... Başbakan Erdoğan da bir mana adamıydı... Yani 'zamanın ruhu' olabilmek öyle kelime tüketmekle olunmuyordu... Mesele, kendisine bakan gözlerin mana adamlığından uzak oluşuydu... Çünkü, onlar şekillerle büyümüş ve sadece gördükleri şekillere inanmış kalabalıklardı... Bu yüzden mana adamlarını anlamakta zorlanırlardı. Bin yıllık bir geçmişin yattığı o topraklarda gözü olmak ve kan akıtmak aklının ucundan dahi geçmiyordu... Oysa o toprakları bugün idare ettiğini düşünen ve yatıştırılamayan ihtiraslara sahip olan ve başkalarının uşaklığını yapan adamlar ise manadan çok uzaklarda bir yerlerde gezinmekteydi... Bir mana adamı olan Başbakan Erdoğan bunu da Kuveyt'teki bir konuşmasında anlatmıştı... Demişti ki; "Büyük Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim 1516'da Şam'a geldiğinde Şam'ın Emevi Camiinde okunan hutbede kendisinden "Hakimül Haremeyn'üş Şerifeyn" diye bahsedilmişti. Yavuz derhal ayağa kalkarak şunları söylemişti: 'Bu şehirlerin hakimi olmak haddimize mi? Biz olsa olsa Hadim'ul-Haremeyn'üş Şerifeyn" oluruz demişti. Yani olsa olsa biz o iki hareme hizmetkâr oluruz' * Nitekim o seyahatten sonra Başbakan Erdoğan, Suriye ile ilgili ticareti geliştirmiş, Şam ve Halep'te yaşayan halkın refahı için birçok projeyi hayata geçirmişti... Halep kentinin ışıkları bile bugün yanıyorduysa, bunu Başbakan Erdoğan gerçekleştirmişti... Işık bu topraklardan gidiyordu Halep'e... Tel örgülerin ardında kutlanan bayramlaşmalara son verdirmişti... Vizeler kaldırılmıştı... Bir kentten bir kente gider gibi halklar buluşturulmuştu... Yatırımlar hızlandırılmıştı... Sınır boylarındaki mayınlar bile temizleniyordu... Ama buluşmalardan rahatsız olmuştu kim olduklarını bildiğimiz başkaları... Dertleri o topraklarda bir kıvılcım daha çıkartarak bizleri bize kırdırmaktı... Yatıştırılamayan ihtiras sahibi Esad kafasının ise Başbakan Erdoğan'ın kafasındaki ve yüreğindeki manayı anlaması için kırk yıl daha başkalarına ait olan fırınlardan 'ekmek' yemesi lazımdı... Bu topraklarda yaşayanlar, o topraklarda yüreği Allah için çarpan ve Emevi Camii'nde saf saf namaza duranların derdiyle dertlenmiş, yoksulluğuna ağlamış ve yalnızlıklarına yoldaş olmaya çalışmış, yoksa o kuru bir toprağa sahip olmanın arzusu kimsenin ruhunda ve yüreğinde yok... Böylesine insani düşünceler ışığında o topraklara bakan Başbakan Erdoğan ve ekibini 'Enverleşmek' ve 'Kof hayal' kurmakla suçlamak ancak yatıştırılamayan ihtiras sahiplerine yakışır...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.