Ölmeden mezara girdiler!

A -
A +
ÇUKURDA HAYAT "Açık bir kapıdan içeri giriyoruz, daha doğrusu çukura doğru iniyoruz. Bir buçuk metrelik dar tünelden geçtikten sonra 7-8 metrekarelik alana giriyoruz. Oyularak yapılan mağaranın, tepesindeki küçük pencereden içeri sızan güneş ışınları, içeride uçuşan tozlara mercek tutuyor âdeta." Ölmeden mezara girdiler! BM'YE POSTER OLSUN! Belki de Birleşmiş Milletler bu fotoğrafları ilk defa görüyor. Zira, aksini düşünmek böyle yüce bir kuruma saygısızlık olur. Yoksa kalkıp koskoca BM Mülteciler Yüksek Komiserliği, buraya hiç gitmemiş, ya da mülteciler onları hiç görmemiş demek çok da zor olmasa gerek! Ölmeden mezara girdiler! Ölmeden mezara girdiler! HER YER ÇAMUR ALTINDA 124 ailenin yaşadığı bölge çamur altında. Suyun yüzünde dolaşmaya başlayan sivrisinekler, malarya mikrobunu yerleştirecek beden bulma telaşında. Sabahın 4'ü otel görevlisi kapıyı kıracak gibi çalıyor, "Ağam arkadaşların aşağıda seni gözleyirler" deyip gidiyor. Bizim Müşfig müezzinden bile erkenci. 14 kiloluk malzeme çantasını sırtıma attığım gibi merdivenin basamaklarını üçer beşer atlayıp kapının önüne iniyorum. Müşfig, "Haydı haradan (nerede) galdın? Uyumaya mı geldin? Millet senden iş gözleyir" diyerek bir güzel fırçasını atıyor, sonra da elindeki poşeti gösterip,"Çörek arası isti (sıcak) et mantar aldım, hem yeyek hem de gidek" deyip arabanın koltuğuna kuruluyor. Zifiri karanlık caddelerden geçerken, "Burada geçen geldiğinde apşaron otel vardı yıkıldı, yerine süper bir otel yapıyorlar. Burası Azatlık meydanına giden yol, burası müze" şeklinde rehberlik yapıyor. Onu duyan kim? Gözlerim kulaklarıma muhalefet ediyor. Cama vuran yağmur tanelerine yetişmeye çalışan silecekleri izlerken uyuya kalıyorum. 310 kilometrelik Bakü-Ağcabedi arasındaki yolun selden kapanan bölümüne geldiğimizde Müşfig, fotoğraf çekerim düşüncesiyle beni uyandırıyor. Kazmayı, küreği kapan suyun önüne set yapma telaşında. Ama ne fayda su önüne geleni yıkıp geçiyor. Laçin Rayonu Tahtaköprü kasabasına vardığımızda ise daha vahim bir durumla karşılaşıyoruz. 1992'de Laçin'den gelenlerin yerleştirildiği kasaba tamamen sular altında... HAMISI BÖYÜK NÖMRE OLSUN Son yarım saatini telefonla bize yol tarif etmekle geçiren Laçin Vali Yardımcısı İlhan Guliyev'in yanına nihayet varıyoruz. Enfes bir çay ikram ediyor. İşgal altındaki Laçin'den kaçanların çoğunluğunun 1992'de Tahtaköprü'ye yerleştirildiğini Ağcabedi, Beylegan ve İmişli bölgesindeki 84 obada 13 bin kişinin yaşadığını anlatan Guliyev, "Buralar döyüşten önce bizim otlağımızdı. Çok köhneden (çok eski) bizim torpahlarımızdı. Suyu da torpağı da duzlu uşahlar gocalar (yaşlılar) heste olir. Amma burada yaşamağa mecburuz" diyor. Bir iki çay daha ısmarlayan Guliyev, telefonla bir yerleri arayıp, "Gonaklarımıza çekme (çizme) getirin etraf balçıh (çamur) bilirsiz. Hamısı böyük nömre olsun" diyor. Kapının önünde bir polis müdürü 45 numara çizmeleri ayağımıza giydiriyor, hareketten önce de bizi titiz bir şekilde uyarıyor, "Size gızabilirler ne olur duymayın, alınmayın. Onlar çetin vaziyyette yaşirler, tiz vakıt siz de müşahede edersiz" diyor. Yağmur yeniden şiddetleniyor, dümdüz arazide yol diye bir şey kalmamış, araba yolda öyle bir kayıyor ki çoğu defa önü arkasına geliyor. 15 kilometrelik yolu bir saatte ancak alabiliyoruz. Ve suyun içinde yüzen evlerin yanındayız. Evlerindeki suyu boşaltma telaşında olan göçkünler, bizi farkedince etrafımızı sarıyorlar. Yarı bellerine kadar çamur içindeki insanlar, çay çorba ikram etmek için adeta birbirleriyle yarışıyor. Bir iki fotoğraf alıyorum yaşlı bir adam "Oğul, buranı çekme. Vagazin deye bir yer var, nece sular içinde" diyor. Ölmeden mezara girdiler!Mağaralara göre bu evler lüks sayılıyor. Camı çerçevesi olmasa bile. MEZARDAN AÇILAN PENCERE Amcanın dediği istikamete 10 kilometre daha gidiyoruz. Vagazin-1 diye bir mıntıkaya giriyoruz. Toprağın üzerinde aralıklarla mezar gibi yükseltiler görünüyor. Refakatçimiz Nevruz Bayram adlı göçgün, "Bu gördüklerin mağara konaklar, her birinde üç beş nefer yaşayir. İstirsen birini görek" diyor. Bir tanesinin önünde duruyoruz. İnsanın inanası gelmiyor. Eskiden Anadolu'da sonbaharda kuyular kazılır içine kışın bozulmaması için patates, soğanlar yerleştirilir sonra da üzeri naylonlarla kapatılırdı. Bunlar o kuyuların biraz daha büyüğü. Burada insan nasıl yaşar ki? Bakalım nasıl yaşıyorlarmış? Açık bir kapıdan içeri giriyoruz, daha doğrusu çukura doğru iniyoruz. Birbuçuk metrelik dar tünelden geçtikten sonra 7-8 metrekarelik alana giriyoruz. Oyularak yapılan mağaranın, tam tepesine yapılan pencereden içeri sızan güneş ışınları, içeride uçuşan tozlara mercek tutuyor adeta. Mağarının duvarları bezlerle örülmüş. Tavandan sızan yağmur sularının çürüttüğü bezlerin arasından çamurlar dökülüyor. İçeride bir yaşlı amca ve kızı var. Aval aval onlar benim suratıma ben ise etrafa bakıyorum. Duvarlara bakarken insanın aklına kırk türlü şey geliyor. Hani nihai son falan diye başlayan duygular birbirini takip ediyor. Ölünce bizi de böyle bir mezara gömecekler. Burada hiç olmazsa elektrik var, orada o da olmayacak, sağa dönmek yok, sola bakmak yok. Oturmak, kalkmak yok. Allah sonumuzu hayretsin, orada bize iman selameti versin... MALARYA MİKROBU KOL GEZİYOR Amcanın "Hoşgelmişsen oğul, otur hele" sözleriyle irkiliyorum. Artık ne söyleseler az kalır cinsinden bir sohbet olacak ama varsın olsun. Dertli derdini anlatmayı sever zira. Adı Mehmet Bağır Askeroğlu imiş 80 yaşlarında. Yanındaki de kızı Elza Mehmet, o da 50 yaşında. Laçin'den gelmişler. Mehmet Amca, "Gavur 10 neferimizi şehid etti. Düştük buralara oğul. Orada çok iyi bir heyatımız vardı. Buranın suları duzlu. Ben ölmeden öz vetanımı istirem" diyor. Kızı ise annesi ve dayısının kahrından öldüğünü kendilerinin de aynı akıbeti paylaşacağından endişe ettiğini söylüyor. 18 yıldır kilometrelerce ötelerden sırtında su taşıdığını söyleyen Elza, "Türk gardaşlarımız bize kömek (yardım) etsin" diyor. Oradan çıkıp başka bir mağaraya daha giriyorum. Yağmur suları zeminde bir karış kadar yükselmiş. Zefer isimli kadın, oldukça öfkeli, "Bizi ölmeden bu çuhura gömdüler. Heç deyil Laçin'de galsaydım şehit olardım. Kim gelir kim gedir? Biz daha ne vahıt burada galacayıh" diye dövünüyor. Bir iki galiz küfür de bana savuruyor, araya girenler Zefer hanıma benim Türkiye'den geldiğimi söyleyince, "Men seni buradaki jurnalistlerden sandım. Gırk sefer geldüler, heç de birşey olmadi gardaşım" diyerek özür diliyor. Şehidin var mı soruma ise, "Mikail, Nimet, Nadir, Semend, Nasir...." Oradan Finge'ye geçiyoruz, 124 ailenin yaşadığı bu bölgede çamur altında. Suyun yüzünde dolaşan sivrisinekler, malarya mikrobunu yerleştirecek beden bulma telaşında. Köylüler sular altında kalan eşyaları kurtarma telaşında. Boş bir okula yerleştirilen aileler, "Ermenilere bol bol selam gönderiyor" 12 GÜN OTLARLA BESLENDİK 8 -10 yaşlarında bir çocuk koştura koştura yanıma gelip, "Êmmi seni günorta yemeyine gözleyirler" diyor. Kaymakam mükellef bir sofra hazırlamış, sofrada ne ararsan var, ama bende iştah yok. Millet o haldeyken yemek yiyeyem. Hele hele camdan izleyen çocukları gördükten sonra. Müşfig de ben de perhizim var yalanına sığınıp sofradan kalkıyoruz. Bir başka evdeki çay teklifine ise hayır diyemiyorum. Hem hikayeler de dinlerim belki? Köyün orta yerinde bir eve gidiyoruz. Çizmeler kah ayağımda kah çamurda kalmayı tercih ediyor. Rüzgarda bile yıkılacak tek gözlü bu evde tam 8 kişi yaşıyor. Evin reisi Haydar, bir yandan torunu Şukufe'ye sarılıyor, bir yandan da eskileri yad ediyor; "900 hane idik, 20 rayona savrulduk. Evlerimizi ataşa verdiler. Şimdi melmekette ne var ne yok bilmirem. Emme şunu bilirem, bizi Ruslar vurdi. Kentimiz dağ yeriydi. Ermeni oraya çıkmasını bülmez idi. Uşahları ve gadınları 5 gün önce yolahlamışdık. Biz de gavur giren de gaçduk. 12 gün boyunca yol yürüdük. Ot, pancar yedük. 45 gişi canumuzu zor gurtarduk. Şimdi biz suyun içinde gavur bizim evde keyf çatır. Gece gündüz döyüş olsun diye Allah'a dua edirem. Bize ne BM ne başkası yardım etmir. Sadece Törkiya bizim için dert bilir"... Gecenin bir karanlığında geldiğimiz Ağcabedi'den yine gecenin karanlığında ayrılıyoruz. Bu defa gözlerde uyku yerine gün boyu gördüklerini hazmetme derdi var. Ölmeden mezara girdiler! BU ERMENİ'DİR BENİM İÇİN KIYMETLİDİR Ağcabedi'deyken bir Ermeni kadının da 1992 yılında Karabağ'dan kaçıp Azerbaycan'a geldiğini öğreniyoruz. Soruyoruz soruşturuyoruz, Beylegan'da olduğunu öğreniyoruz. Bulunduğumuz yere 48 kilometre akşam olmaya yakın ama gitmeye değer. Hocavend göçkünleri için kurulmuş 500 hanelik kasabanın 231 numaralı evinin önünde Necehov İsmail, adlı kasaba sorumlusu, "Zeynalova Jenya teyzemiz ve Cevanşir amcamız sizi bekliyor" diyor. İkisi de birbirinin çocukluk aşkı 73 yaşındalar. 1959 yılında evlenmişler. 4 çocukları, 9 da torunları var. Onlar da 1992 yılında Hocavend'deki baskından kaçmışlar. Jenya Teyze, yaşananlardan Ermenileri sorumlu tutuyor. "Bizimkiler gabahatli. İnsafa gelsinler, men sukunet istirem, sulh istirem. Hükümet bana hatir eyledi. konak verdi. Meni heç bir fertten ayrimir. Böyükler geldi, menimnen ilgilendi. Hem Mihriban (Aliyev'in eşi) hem prezidente hörmet edirem" diyor. Eşi Cevanşir Amca ise, " Orada sen Müslüman mısan? Sen Ermeni misen? diye sual verilmez idi, ayıbtı. Birbirimizin gapısını çalmadan girüp çıharduk. Melmeketimi çok özledim" diyor. Eşi için de, "Şimdi bu hanım benim için üç keder daha gıymatlı. Özü Ermenidir emme hem Müselman olmuş hem de onlar gibi katil degüldür. Onun gılına dahi zarar gelsin istemirem, her şeyden möhüm uşaklarımın anası, torunlarımın nenesi" diyor.  YARIN: HOCALI'YI DUYDUNUZ MU?
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.